Kur’an-ı Kerim’de hidayet ve
dalalet hakkında çok ayet vardır. 19 kadarını tesbit etmişim. Belki daha
fazladır. Bu ayetlerde, hidayetin Allah’dan olduğu, hidayetin artabildiği, Kur’an’ın
bir hidayet kaynağı olduğu, Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse dalalete
atamayacağını, dalalete attığını da kimsenin hidayete erdiremeyeceği, İslam’ın
hidayetin ta kendisi olduğu, hidayetin hidayeti arttırdığını, hidayete ermenin
insan elinde olmadığı, başka insanların da bir başkasını hidayete
erdiremeyeceği, hidayete gelenin kendi lehine, dalalete düşenin de kendi aleyhine
düştüğü konuları işlenir.
Hidayete ermenin insanın kendi
elinde olmadığı hakikatı ile hidayete gelenin kendi lehine, dalalete düşenin de
kendi aleyhine düştüğü hakikatı zahirde birbiriyle çelişir gibi gözükse de
çelişmez! Burada hidayetin kişinin kesbi ile kazanılmadığı, belki irade
platformunda kişinin duruşuna göre Allah’ın nasip etme durumu var! Aşağıda
ayrıntılarda bu ince sır açıklanacaktır.
Bir ayet ışığında konuyu
açıklamaya çalışalım: “And olsun ki, her ümmet içinde ‘Allah’a kulluk edin ve
tağuttan (Allah’ın yerine tutacağınız herşeyden) kaçının’ diye (kendilerine
nasihat etmesi için) bir peygamber gönderdik. Artık onlardan bir kısmını
(hikmetine binaen kendi lütfuyla) Allah hidayete erdirdi, bir kısmına da
(inkarlarındaki ısrarları yüzünden) dalalet hak oldu. Öyleyse yeryüzünde bir
dolaşın da (peygamberlerimizi) yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş bakın!”
Nahl-36
Bu konuda püf nokta, kader
meselesinin en ince noktası olan meyelanlardaki tasarrufa bakıyor. Malum
meyelanlar dünya üzerindeki sanal meridyen ve parelel dairelerine benzer. Var
desen fiziki bir varlığı yok! Yok desen onlarsız hiçbir ölçüm olmuyor. Yani
varlıkları ile yoklukları müsavi! Hiçbir uçak ve gemi bu sanal dairelersiz
kolayca menziline ulaşamıyor. İşte meyelanlar da varlığı ve yokluğu müsavi olanlardır.
İrade-i cüz’iyye dediğimiz şey de tam burada doğuyor. Ruh, kendine manayı harfi
olarak bakarsa, kendisinin isimleri (hakikatları) meydana getimek için hiçbir
mana ifade etmeyen bir harf olduğunu idrak ederse bardağın dolu tarafına, yani
yaratanını tanımak için yaratıldığını idrak ederse Allah da bu salah duruşuna
mükafaten o ruha hidayet kapılarını açar, hakikatlere açık bir kalb ihsan eder.
İradesi hüsnü zanla hep iyiye, gerçeğe, yaratılış amacına yönelir. Aksi halde
ruh kendine manayı ismi olarak bakarsa, kendisini bir isim olarak görürse, yani
donanımlarının bir ölçü birimi olduğunu değil de bir yapıp eden, hükmeden bir
hakikat olduğunu zu’mederse, o şekilde idrak ederse yaratılış amacından gafil
olur ve kendini putlaştırır. Bardağın daima boş tarafına bakar. Bu durumdan
Allah hoşnut olmaz. Çünki bu durum bir şirk vaziyetidir. Çünki kendini yapıp
eden biri olarak gördüğünden Allah’a ait sıfatları kendine mal etmiş olur.
Allah da bu vaziyette durduğu müddetçe o ruha hidayet kapılarını açmaz. Dalalet
bataklığına garkolur. Bu durumda ısrar ederse de Allah kalbini mühürler. Daha
artık onun hidayetine hiçbir şey tesir etmez. Ruhun duruşu manayı harfide
tevazudur, Allah karşısında hiçliktir, itaattır. Manayı ismide kibirdir, Allah’a
bir alternatif gibi olduğundan şirktir, bir isyandır.
Hidayet hidayete kapı açar, bir
niyk döngü ile imanında mertebe kat’ eder. Dalalet de dalalet kapılarını açar,
debelendikçe bataklıkta batar. İlla ki bir sevgili kulun duası ola da inayeti
İlâhi gele!
Rabbim cümlemize kul olduğumuz
idrakini unutturmasın! Hidayet üzerine hidayetleriyle hepimizi serfiraz etsin!
Yorumlar
Yorum Gönder